26 Şubat 2013 Salı

YBO'da Öğretmen Olmak...

Öğretmen olmanın amelelik olarak bakıldığı bir toplumun evlatlarıyız artık. Kim ne derse eski itibarı yok artık bu mesleğin. İdealistlik realizmin gölgesinde kalıyor. Hele de bir yatılı bölge okulunun öğretmeniysen...

İşe en zor yerinden başladım. Fizyolojim yetmiyor bazen. Haftada bir tuttuğum nöbetlerin hepsi istisnasız ayrı bir kabus. Nöbet tuttuğum gün yaşama dair tüm hevesim kaçıyor. Çocuklar canavarlaşıyor gözümde. Nöbetten kastım günde altı derse aktif olarak girmek ve her 40 dakika boyunca susmadan ayakta konuşmak ve tenefüs aralarında cocuklarla kovalamaç oynamak. Öğle araları yemekhaneyi gözetmek akşam 2 saat etüt yaptırmak ve bu esnadan koridorları150 defa mekik dokumak. Bu arada düşüp başı yarılanlar,kolu sıyrılanlar,hastalananlar... Akşam yemeği verilmesi ve en sonunda yatakhaneye almak çocukları. Ve yatakhanede bir o yana bir bu yana koşturarak cocukları yatırmak ve tum pansiyonun ışıklarını söndürmek.. Ve tam uykuya dalarken birinin abuk sabuk bir sebeple gelip kapına dann dann vurması ve sinirlerinin hoplaması.. Üstelik bunun birden fazla olması... Sonra ertesi günün kahvaltısı ve yeni bir gün daha ve 6 ders...

Özetlemenin bile bu kadar yorucu olan bu görev  beni meslekten soğutmaya yetiyor. Ve zaman zaman kendimi öğretmen değil sanki çocuk bakıcısı gibi hissediyorum...

Kendi mesleğimi yerine getirmenin dışında her şeyi yapmak mümkün Ybo'da çalışıyorsanız..

O yüzden YBO tercih edecek olan öğretmenler 2-3-4-5 kere daha düşünsünler...

11 Kasım 2012 Pazar

Yorgun günlerin

 ardından soluğu blogumda alıyorum... Cuma günü nöbetimin ertesi cumartesi okul aile birliği veli toplantısı ardından ALES...

Cuma sabahı müdür beyin öğretmenler toplantısı yapmasıyla başladık güne. Nöbetçi öğretmenlerdi konu. Yibo ve nöbetlerini bu işin içine girmeden bilemezsiniz. Toplantıda okulda benim dışındakı kadrolu bayan öğretmen kendine çok nöbet yazıldığından yakındı. Ardından beni öne sürdü. Bu ay bana 5 nöbet yazılmış. Hoş muhatap almadım da yine de insan bir parça uyuz oluyor. Bu insan hakkında çok söz söylememe gerek yok. Sadece öğrenciden bulduğu  üzerinde "bu kağıdın fotokopisini çekip 13 kişiye dağıtmazsan başına bir felaket gelir"yazan kağıdın fotokopisini çekip 13 kişiye dağıtarak çocuklar örnek olan bir insandır kendisi.

 Cuma nöbetleri genelde çok zor olmaz bizim okulda. Çünkü cuma günü ders bittikten sonra öğrenciler köylerine dağılırlar. O yüzden nöbet çok yormadı beni. Okulda geçirdiğim zaman da bir dünya evrak işlerimi hallettim. Evde olsaydım belki bu kadar çalışkanlık göstermezdim. 5 sınıfın yazılılarını okudum. Sonuçlar beni gerse de iş yükünden kurtulmuş olmam biraz rahatlattı beni. Ardından 1.5 aylık sosyal kulüp faaliyet raporlarımı hazırladım ki biraz daha rahatladım. Akşamleyin pansiyona sadece yatmaya gittim. Öğretmenler odasında diğer öğretmenlerle muhabbete daldım...

Ertesi gün okulda toplantı vardı. Toplantı tutanağını yazdım. Nöbetin ardından yorulmaya devam ediyordum. Sınıfım olmadığından sadece branş öğretmeni olarak velilerle görüşüp onlara öğrencileri hakkında bilgi verdim.

Enerjimin giderek düştüğünü hissediyordum artık. Eve geldiğimde hemen vurup kafayı yatamadım. Kahvaltı yeni başlıyordu çünkü bizim evde ve bu keyif hep beraber yapılmalıydı. Kahvaltı sonrasında yapılan temizliğe çok katılamadan bedenim artık iflasa doğru gittiğini hissettim Direksiyon dersimi de iptal ettirdikten sonra bikaç saat uzandım ve ancak kendime gelebildim.

Ertesi gün yani bugün sabah erkenden Iğdır'a gittik bizim okuldan dört öğretmenle. Ales vardı çünkü.3 saatlik sınav resmen dengemi dağıtmıştı. Sorular çok zordu ve süreyi yetiştirmekte sıkıntı yaşadım. Son 10 dakikada yaptım biçok soruyu. Hani vardır ya bi söz ben onu şöyle değiştirdim. Türk'ün aklı son anda gelir :P  

Sınavdan sonra Iğdır'ın ünlü Cağ kebabını yemeye bir restorana oturduk. O yorgunlukla çok iyi gelmişt o yemek..Ardından Aliyev parkının yanında nostalji cafe de ortaokul arkadaşımın kardeşiyle buluşup bir şeyler içtik. Orhan Iğdır'da ziraat mühendisliği okuıyor. Ben doğubeyazıta geldiğimden bu yana hiç görüşememiştik. Açıköğretim kitaplarımın bir kısmı gelmişti onları benim adıma almıştı bürodan. Hem onları bana verdi hem de sohbet muhabbet ettik.. 

Ardından tekrar Doğubeyazıttayım..

Şimdi biraz keyfim yok neden mi? Çünkü bu hafta sonundan hiç bir şey anlamadım. Çok hızlı ve yoğun geçti ben bir gün daha tatil istiyorum yarın gitmek istemiyorum okula...

Bir de biraz önce uzun zamandır ilk defa bir kek tarafından aldatıldım. Önce çok kabardı kocaman oldu hatta taştı tepsiden. Sonra kızarmış göründü gözüme çıkardım. Yüzü yanıktı.. O kabarıklığı da kayboldu .. İçine baktım hamurdu... Kekin başına gelmeyen kalmamıştı yanii..:(

Bir de o keki sevdiğim birine yapmıştım.. daha da üzüldüm:((((


8 Kasım 2012 Perşembe

Fibonacci ve Tavşanları

Bugün derste Fibonacci dizisini anlatırken şu ünlü tavşan probleminde bahsedeyim dedim.
Oldum olası aklım ermez, bir türlü mantığıma sığdıramadım bu problemi. Hangi çift doğurmuş, toplam kaç çift olmuş Ama sırf çocuklara bir şeyler katması açısından sınıfta bahsetmek istedim. Önce problemi yazdırdım.

 "Eğer bir çift tavşan her ay yeni bir çift tavşan doğurursa ve her yeni tavşan çifti kendi doğumlarından iki ay sonra yavrulamaya başlarsa, bir çift tavşandan bir yılda kaç çift tavşan üretilebilir?"   Sonra şekli çizdim. Varacağım noktayı bildiğim için çok da zorlanmadım aktarırken konuyu. Yalnız durumu vasatın altında olan sınıfın tavşanların üreme durumunu modelin üstünde şakır şakır göstermeleri beni hayrete düşürdürdü. Sanki daha önceden bu örüntünün kuralını biliyormuşçasına tavşanların sayısına göre örüntüyü ve örüntünün kuralını çıkarıverdiler. Arada onların da keskin düşünebildiklerini görmek beni heyecanlandırıyor. Ama bu durumların daha çok önlerine  ilgilerini çekecek şeyler çıkardığımda ortaya çıkıyor. Bugün de öyle günlerden biriydi işte...

6 Kasım 2012 Salı

Epey zaman oldu yazmayalı buraya. Her şeye zaman ayıran ben ihmal eder oldum burayı. Oysa ne çok yazılacak şeye şahit oluyor insan burda. Bunların muhakemesini yapacak zamanı da oluyor üstelik. Bundan böyle iki üç satır da olsa bir şeyler yazayım diyorum buraya. Bakalım ne kadar duracağım sözümde. Bugün ehliyet sınav sonuçları açıklandı. Motor 87, Trafik 90, ilkyardım 88. Yani yazılı sınavı geçtim.Yakında ehliyetime kavuşcam. Elim yavaştan araba ilanlarına gitmiyor desem yalan olacak ama burada da araba ihtiyacım olan bir şey değil. Zaten küçük bir yer ve taksiyle her yere 5-6 liraya gidebiliyorum. Araba bana bunun kaç katı masraf çıkarır meçhul! Diğer bir durum burada trafik kuralları diye bir şey yok. Herkes kendi kurallarını kendileri koyuyor trafiğe çıktıklarında. Durum böyle olunca yaya olmayı bile zor başardığım bir trafiğe sürücü olarak çıkmaya pek de cesaret edemiyorum. Diğer yandan burada kışları oldukça karlı. Ağrı merkeze göre daha az karlı olmasına rağmen yine de karda araba sürmek çok riskli olduğu söyleniyor. Bu sebeplerden dolayı ertelemek en iyisi belki de arabayı. Burada parayı biriktiririz batıda alırız volvoyu biz de;)

16 Eylül 2012 Pazar

Yeniden...

Geldim buralara... Yaşanmışlıklarımın olduğu şehirlere dönmüştüm bir süreliğine. Yeniden istiklalde yürüdüm bazen topuklularla bazen yalın ayak, yeniden geçtim vapurla Beşiktaş'tan Üsküdara ve yeniden kumpir yedim Ortaköy'de... Tıpkı eski günlerdeki gibi Çengelköy'de kahvaltı yaptım güzeller güzelini izleyerekten. Ancak o güzeller güzeli, güzel olmaya devam ediyordu da bir gariplik vardı. Eski aşkım kalmamıştı sanki. Zaman zaman çekilmez bu kalabalık, çekilmez bu umursamazlık derken yakalıyordum kendimi.

Her adımda eski yaşanmışlıklarım geldi aklıma ve gülümsedim, sonra heyecanlandım ufaktan. Eskisi gibiydim Bahariye'de adımlarken. Eskisi gibi bakıyordum vitrinlere ve ben hiç yenisi gibi olmamıştım sanki.

Hayat işte bugün Doğubeyazıttayım yeniden. Zor oldu tatil ertesi kabullenmek bu toprakları, insanları, kültürleri. Yeniden düşündüm doğru yerdemiyim? Gitmeliyim kalmalımıyım yoksa kaçmalımıyım? Ama buradayım. Yeniden öğretmenim. İki haftadır burdayım. Alıştım yeniden. Yarın okulun ilk günü ve öğrencilerimi çok özledim... Beni buraya karşı tek iştahlandıran şey onlarla olan ilişkilerim.


Yarın okulun ilk günü. Hep heyecanlandırırdı beni ilk günler... Ama bu sefer bir öğretmen olarak başlıyorum ilk güne ve heyecanı farklı, çok farklı... Biraz çocuk biraz öğretmen gibi hissediyorum kendimi, birazcık da ablayım sanki onlara göre :)

Yarın sabah erkenden okul yolları görünür bana :) Öğretmenlik güzel Ömer'in mısır yemesine rağmen :)))))

9 Mayıs 2012 Çarşamba

Baş Ağrısı!

İnsanın başının ağrıması ne kötü. O an hiç bir şeye odaklanamazsın, alnındaki tüm kasların kasıldığını hissedersin. İlk başı ağrıdığı anı hatırlayan var mı? Ben çok iyi hatırlıyorum. 1. sınıftaydım. Bir akşam teyzemlere oturmaya gitmiştik, akşam çok geç olmuştu ve o zaman arabamız yoktu, bu yüzden gece yatıya kalmıştık, o gece inanılmaz bir baş ağrısıyla uyanmıştım. İşte o gün başım ağrıyor diyenleri anladığım ilk gündü.

Çok başı ağrıyan biri değildim, sadece yorgun , uykusuz ve aç kalmışsam ağrıdığı günler oluyordu. Ama son zamanlar hep baş ağrısıyla yaşıyorum. Bu coğrafyaya geldim geleli sürekli hastayım, geçmek bilmedi. Kullandığım ilaçlar da etki göstermedi. Bir gün iyi olsam diğer gün kötüyüm. Kendimi hiç iyi hissetmiyorum.

Dün doktora gittim yeniden. Önceki gün nöbetçiydim. Bizim okulda nöbetler diğer okullardan daha zahmetli geçiyor. Öğrenci sayısı oldukça fazla ve pansiyonlar çok temiz değil. Sabah büyük bir acı ile uyandım. Beynimin sallandığını hissediyordum. Kulaklarım, gözlerim ve boğazım hepsi acıyordu. Derse girecek gibi değildim. Şimdiye kadar dayandım rapor almayayım dedim ama artık dayanılacak gibi değildi, boğazımdaki acı. İlk defa su içerken zorlandım. Burada tanıdığımız olan Cemal Abiyi çağırdım, beni hastaneye götürdü. Doktor tomografi istedi, tomografi sonucuna bakınca bana öyle bir baktı ki, şimdiye kadar neredeydin dedi. Doktor öyle deyince sanırım ölüyorum :) diye geçirdim içimden. Sinüslerim fena halde dolmuş ve vücudum çok büyük miktarda enfeksiyon kapmış. Daha önce kullandığım 2 paket antibiyotiğin tesir etmemesi çok normalmiş, çünkü bu sırada bir üşütme değilmiş.Kronik sinüzit, başlangıç seviyesini de aşmış. Hemen 6 iğneyi yazdı reçeteye ve bunun yanında daha başka ilaçlar.

O gün rapor almadım. Yarına toplarım kendimi ve derslere girerim diye düşündüm. Ama yaptırdığım iğne öyle tesirliydi ki yürürken hayli zorlanıyordum. Akşam yatarken sabah okula gidip gidemeyeceğimden emin değildim. Sabah uyandım, okula gidecek gibi hazırlık yaptım. Ama iyi değildim, kendimi zorluyordum resmen. Sonra müdür beyi aradım. Durumu anlattım. Kendimi nedense suçlu gibi hissettim, rapor alacağımı söylerken. Sanki işten kaçıyormuş gibi... Müdür Bey, sağlığınız daha önemli diyerek izin verdi. Bikaç saat sonra hastaneye gittim, rapor almak için. Doktorum ameliyattaydı. Sekreteri yanına gitti. Normalde ameliyathanede rapor imzlaması imkansızmış ancak dünkü halimden dolayı doktor bey raporumu onaylamış.

Şimdi evdeyim. Yatağımda sessiz, sakin oturuyorum... Ve önümüzdeki 4 gün boyunca böyle sürecek gibi görünüyor. Sessiz, sakin oturacağım... Özleyeceğim, önce İstanbul'u sonra ise öğrencilerimi...

6 Mayıs 2012 Pazar

Doğuda Öğretmen Olmak!

Hiç düşünülmeyen bir seçenekti benim için, buralara gelmek. Hayatın rüzgarının etkisini hissettiğim dönemlerden birindeyim yine. Zaten rüzgarın ta kendisi değil miydim? Bazen denizden gelen ılık bir rüzgar, bazense şiddetli bir fırtına...
Bazı şeylerin planladığı gibi gitmemesi ve önceye göre sonraları belirlemen... Bir santraç tahtası gibiydi hayatlarımız. Siyah ve beyazlıkları vardı. Bazen piyonu bazense şahıydık kendi dünyamızın.

İçimde, iki farklı kişiliğin çatışmalarını dinliyorum. Birbirine laf yetiştiren iki ses... Birinin sesi öğrencilerimin karşısında, onlara sarılırken, başlarını okşadığımda daha gür çıkıyor diğerininki ise yalnız zamanlarımda... İkisini de dinliyorum. İkisi de kendine göre haklı çıkıyorlar. Arada kalıyorum. Hayatının 3-5 yılını bu cografyada geçirme düşüncesi şöyle bir bakınca ürkütücü geliyor. Hele de aşık olduğun bir şehirden kopup düşümüşsen bu toprağa, filizlenmen zaman alıyor. Verilen suyun tadını beğenmeyebilirsin ya da üşüyeceğin için bir süre toprak altından dinlemek istersin, dışarda konuşulanları. Soğuktur bu coğrafya ve denize hasrettir, elemli günlerin.

Öğretmen olmaya başladığımdan beri gel-git ler yaşadım kendi dünyamda? Bu coğrafyaya ait miydim? Burda mutlu muyum? Değilsem, olacak mıyım? Burda olmak istiyor muyum? Yoksa burda olmam gerektiği için mi burdayım? Ya da başkalarının doğrularını mı kabullenmişim? Nerde mutluyum? İnsan her zaman mutlu olduğu yerde mi olması gerekir? Yoksa arada bazen merdiven olarak kullandığı mutsuzluk basamakları mı vardı?

Bu ve bunun gibi sorularım oldu. Belki de olmaya devam edecek. Ama bir an geliyor ki bu soruların cevaplarının çok da anlamı olmadığı... Öğrencilerimle başbaşa onların yüreklerine, hayatlarına dokunduğumda onların gözlerindeki samimiyeti hissettiğimde ve hepsi için ne kadar önemli olduğumu bana gösterdiklerinde... Onlarla çocuk olabiliyordum, abla, anne ve de öğretmen. Bu kadar çok kimliği bir arada taşıdığım bir zaman dilimi olmamıştı daha önce. İnsanları memnun ve mutlu etmenin zor olduğu bir dünyada bir gülümsemenin bu kadar değer gördüğü başka yer yoktu. İstedikleri tek şey vardı, bunun karşılığında her şeyi vermeye hazırlardı. Sevgi...

Evet sevilmek, değer verilmekti istedikleri. Hepsi benim güzel ülkemin kürt olan güzel çocuklarıydı. Ve ben de onların matematik öğretmeni olmuştum Doğubeyazıt'ta. Zamanında yapılan yanlışların cezasını yeterince ödememiş miydik? Benim ülkemin toprağının her karışı o kadar kıymetlidir ki, eğer biz ona sahip çıkmazsak, başkaları sahip çıkmayı bilirler. İşte bu davada artık ben de kendimi bir nefer olarak görmeye başladım. Burada bir çok şeye yakınen tanık oluyorsun ve olaylarda çok etkili bir noktada yer alabiliyorsun zaman zaman.

Bir öğrencimle sohbet ederken, babasının ne iş yaptığını sordum. Söylemek istemedi önce, yanındaki arkadaşından çekindiğinden olacak ki "sonra söylerim öğretmenim." dedi. "Peki!" dedim. Sonra başbaşa kaldığımızda
-Çok özel bir soru mu sordum?
- Öğretmenim, arkadaşlarım bilsin istemiyorum. Ama ben babamla daha 2 ay önce tanıştım.
- Nasıl?
- Babam dağdan yeni geldi.
Ne diyebilirdim ki? Nasıl tepki vereceğimi bilemedim. Sadece sakin tavrımı korumaya devam ettim. Şaşkınlığımı yansıtmak istemedim. Sonra anlatmaya devam etti.
- Ben bebekken babam dağa gitmiş. Hiç hatırlamıyorum onu, çocukluğumun hiç bir yerinde yoktu. Annem büyüttü beni, iki ablamı ve iki abimi. Annem, çok zorluklar yaşadı. Bizi hep okutmak istedi. Şimdi iki abim de üniversitede. Ablalarım okumadılar, birisi evlendi.
-Ne zamandan beri baban sizinle yaşıyor?
-İki aydır bizimle yaşıyor ama çok fazla konuşmuyoruz. Babam olduğunu bildiğim halde "amca" demek geliyor içimde. Annemin yanında durması garibime gidiyor. Ama zamanla alışırım herhalde.

Ben sakin tavrımı korudukça ayrıntıları anlatmaya devam etti.